GEÇERKEN MAMAK

Geçenlerde bir pazar günü  Mamak'a uğradım. Arabayı Yahya Kemal İlkokulunun önüne park ettim. Sağ tarafımdaki 'boşlukta' fırın olmalıydı. Çocukluğumun gözlerimi kamaştıran sihirbaz atölyesi fırın... Okulun yanından yukarı yürüdüm. Okul eskimiş, temelleri çatlamış. Üzerinde tüm sınıf toplanıp sabah andını içtiğimiz beton da dökülmüş. Biraz da küçülmüş mü ne? Her zamanki yerde iki çocuk yine gerçek futbol topuyla oynuyorlar. Biri şut çekiyor, biri kaleci. Kaleciye soruyorum "Cam kırıyor musunuz?" Çekinerek, ama o anda kırık bir cam olmamasının verdiği rahatlıkla cevaplıyor "Bazan kırıldığı oluyor." "Ben çok kırardım da" diyorum, gülüyor. Kendimi onun gülüşünün sıcaklığına bırakıyorum.

Burası kızak kaydığımız yerler, burası koşuşturduğumuz yerler. Her yer biraz küçülmüş sanki. Şu yukardaki terk edilmiş, kırmızı boyaları solmuş, camlarına tahta çakılmış ev 'Yeşil Evin Hatçanım'ın yeşil evi. Uğruna nice kavgalar ettiğimiz araba şeklindeki kaya yeni bir evsahibinin yaptığı bir merdivenin ağzına rastgelmiş, kırılmış; yok.

Bizim evin dörtte üçü yıkılıp yok olmuş. Yalnızca salon duvarı ve kömürlük bölümü ayakta. Bizim bahçeyi belediyedeki oyunlarıyla alan, ki çocukluk arkadaşımdır, bahçenin ortasına bir apartman dikmiş. Saygısız, zevksiz, bir kaba kuvvet gösterisi. Ne kendisi ne de yeni apartmanın sakinleri bu metruk ve yarı yıkılmış evden rahatsız. 

Havva Hanımın uğruna bizleri elinde orakla kovaladığı bahçe 'tarümar'. Evinin önünde bir  kadın ve kızı yün tiftikliyorlar. "Kolay gelsin" diyorum 'otoriter' bir ses tonuyla. Ne de olsa buralar hep 'benim'. "Kimi aradınız?" diyor. "Kimseyi aramıyorum. Ben eskiden burada otururdum da dolaşmaya geldim" diyorum. "Ben tanıyor muyum seni?" diyor. İşe bak, sen beni nereden tanıyacaksın kadın! Sen Mamak'ın adını duymamışken biz burada çift kale maç yapıyorduk. "Ben eskiyim, sen tanımazsın" diyorum. Hiç aldırmıyor. O hep sakin. "Eskiysen tanırım" diyor. E bu kadarı fazla. Şuna bir ders vermeli. "Sen ne zaman geldin Mamak'a?" diyorum neşeli ama kaç dese beş basacağımı hissettiren bir ses tonuyla. O hep sakin. Bir an duralıyor ve "1964'ten beri Mamak'tayım" diyor... Derhal ses tonumu tatlılaştırarak "O zaman beni tanırsın" diyorum, "Ben şu evde otururdum" çenemle bizim evin kalan çatısını gösteriyorum. O hep aynı sakinlikle başını bizim eve çeviriyor. Bir saniye bakıyor. Yine sakin bir şekilde başını bana çeviriyor. Hiç acelesi yok. 1964'ten beri burada ya... "Sen Sinan mısın?" diyor.
 
Tüm çocukluğum serin bir bahar esintisi gibi geçti yüzümü yalayarak. Ayaklarımın altında bahçemizin hafif çamurlu otlarını hissettim. Mamak...

"Sen kimsin?" dedim, "Havva Hanımın gelini" dedi. Tüm çocukluğum boyunca Mamak'ta o hep 'Havva Hanımın Gelini'  diye bilinirdi. Hiç bir zaman adını öğrenememiştim. Kimsenin bildiğini de sanmıyorum... Zaten o da o yüzden kendini adıyla değil lakabıyla tanıttı. Onun düğünü için davetiye dağıttığımızı ve Havva hanımın karşılığında bize limonata verdiğini, şimdi o yün tifttiği yerde yapılan davullu zurnalı düğünü hatırladım. Kocası birkaç yıl önce ölmüş, "Bir kaza" dedi. Mamak'ta beraber oynadığım çocukların adlarını saydı, hepsini hatırladım. Bazılarının yüzleri gözümün önüne gelmediyse de duygular geçmişi yaladı bir süre.

İyi akşamlar dileyip ayrıldım.

Bazan anılar geçtikleri mekanlardan kopup kendi başlarına ve farklı bir varlık düzeyinde sürdürüyorlar yaşamlarını, gerçeklere umarsız...

Ali Sinan Sertöz, Haziran 1999.
 
Homepage / Anasayfa